EMRE AROLAT’LA İZ SÜRMEK

Türkiye ve Dünyada önemli ödüller alan mimar Emre Arolat, Bodrum’da “İz Sürmek”...

EMRE AROLAT’LA İZ SÜRMEK
Türkiye ve Dünyada önemli ödüller alan mimar Emre Arolat, Bodrum’da “İz Sürmek” adlı bir sunum gerçekleştirdi. Sunuma ilgi oldukça yoğun oldu.

Bodrum’da Yalıkavak Palmarina da dahil olmak üzere pek çok projeye imza atan, ilçemiz ve ülkemizde yaptığı projelerle Dünyada önemli ödüller de alan mimar Emre Arolat, Bodrum Mimarlık Kitaplığı’nda “İz Sürmek” adlı bir sunum gerçekleştirdi. Etkinlikte salon tamamen dolunca kimi katılımcılar sunumu dışarıdan izledi.

Emre Arolat Mimarlık’ın Koruma-yenileme projelerinin paylaşıldığı söyleşide: geçmişin izinin sürülmesi, içinde bulunduğu çevrenin, topoğrafyanın, kültürel mirasın katman katman araştırılması, değerlerin günümüze taşınması konuları irdelendi. Arolat, sunumda inşası devam eden ve üzerinde geçmişten gelenin korunması adına büyük emekle çalışılan Antakya Müze Oteli projesine de ayrı bir bölüm ayırdı.

Arolat, Antakya’nın merkezinde, Hıristiyan dünyasının hac noktalarından biri olan St. Pierre Kilisesi’ne yakın bir konumda olan proje ile ilgili şu bilgileri verdi:

“Arazinin sondaj kazılarından çıkan çeşitli dönemlere ait arkeolojik kalıntılar, bu alanda bir beş yıldızlı otel yapmak isteyen işvereni müze ve otel işlevlerinin bir araya getirildiği bir bina yapma fikrine yöneltmişti. Kamuya açık müze ile oteli bir arada inşa etme önerisi cüretkâr bir meydan okumaydı. Doğrusu bu işe hiç başlamadan meydanı terk etmek belki de akıllıca olacaktı. Ancak bu zorlu sürecin vaat ettiği cazip imkânlar nedeniyle bu meydan okumayı kabul ettik. Otel tipolojisi genellikle, sosyal alanların zeminde çözüldüğü bir baza ve üzerine de odaların istiflendiği yekpare, dışa kapalı bir kütleyi öngörür. İçerdiği yaşam ise kaçınılmaz olarak yapay ve kurgusaldır. Rahatlık ve konfor vadeden ama ev’e nazaran bunları asla yeterince sağlayamayacağı için bu açığı bir tür ‘konfor’ imgesi veya ‘sıradışı deneyim’ imkânı ile ikame eden bir konaklama mekânıdır çünkü. Öte yandan müzenin ise arkeolojik kalıntıları ucuz bir teşhir malzemesi veya turistik bir fantezinin figüranı olmaktan koruması ve nihayet kamusal kullanım için belli seviyede bir geçirgenliği sağlaması elzemdi.

Bu açıdan bakıldığında problem şöylece tarif edilebilirdi: programın bir araya gelmesi güç iki ana unsuru arasındaki tansiyonun dikkatle irdelenmesi ve bunun sonuçları ile de cesaretle yüzleşilmesi gerekiyordu. İşte tam da bu bağlamda, oteli ‘tipik’ bir otel olmaktan çıkaran ve bunun karşılığında müzenin de aşina olduğumuz müzelerden farklılaşmasına neden olan tansiyonun, projeye rengini veren asli unsur olduğunu belirtilmelidir.

Bu çarpışmanın hem mimari ifadeye, hem de inşaat sürecine yansıyan sonuçları oldu. Öncelikle tipik otel kütlesinin parçalanması ve işlevsel şemaların altüst edilerek yeniden kurgulanması gerekti. Otelin dolaşım sistemini ve işleyişini karmaşıklaştıran en önemli sonuç, normalde zemine yakın bir kotta olması gereken sosyal işlevlerin çatıya çıkarılmasıydı. Böylece bir yandan zemin boşaltılarak otelin hacmi ile müzenin hacmi arasında kesintisiz bir ilişki kurulması sağlanırken, çatı da kazı alanının üzerini örten bir örtü olmanın dışında, otelin sosyal işlevlerinin zemini olabildi. Oda istifleri ise parçalanarak her modülün kendini ifade ettiği geçirgen bir doku oluşturdu. Tipik otel yapılarında mümkün olduğu kadar kısa tutulmaya çalışılan oda katlarındaki koridorlar bir tür gezinti yolu haline geldi. Lobi, Lounge gibi zemindeki işlevler bütüncül hacmin içinde yüzen kutular olarak birbirlerinden ayrıldılar. Bütün bu katmanların altında buluntuların kotuna en yakın seviyede ise müze bulunuyor. Müze bağımsız girişi olan bir info yapısı ve ziyaretçilerin kazı alanını deneyimlemesini sağlamak amacıyla tasarlanmış bir parkur sistemini içeriyor. Programa ilişkin bu cüretkâr yorumların hepsi kazı alanının üzerinde yatayda gelişen ve birbirinden görece özerkleşen katmanlar oluşturuyor. Her katmanın esnekliğinin önündeki tek kısıt, taşıyıcıların oluşturduğu ızgara sistemi ile düşey dolaşım noktalarıdır.

Otel kütlesinin bu denli parçalanmasının kaçınılmaz sonucu ise binanın bütün parçalarını içeren kuşatıcı bir cidarı imkânsız hale getirmesi oldu. Bu açıdan bina, yeni turizm trendlerine paralel olarak çeşitli coğrafyalarda örneklerini sıkça gördüğümüz “tema otelleri” ile taban tabana zıt bir düşünsel temele sahiptir. Bu tür otellerde kitle turizminin tüketim taleplerine de uygun olacağı varsayılan ‘kılıf’ın klasik otel yapısının üzerine giydirildiğini görürüz. Antakya Müze Otel'in ise bu anlamda bir kılıfının olmadığı söylenmelidir. Aksine yapı bütün mafsalları açıkta duran, alt parçalarının çeşitli konfigürasyonlarına izin veren dev bir iskelet olarak görülebilir. Yapının inşaatı ortaya çıkan teknik problemlerin çözümüne yönelik meşakkatli bir çabayı gerektirdi. Bazı epizodlarına sergi içeriğinde de yer verilen bu uzun soluklu hikâye henüz sonuca ulaşmamış olsa da, şimdiden görkemli bir toplam oluşturuyor.”